İlk defa bir Ata Demirer filmini bu kadar içten sevdim. Kendisinin hemen her filmini hep bir eksik, yavan, tatsız tuzsuz bulan birisi olarak böyle bir film izlediğim için çok mutluyum. Çok derinden etkiledi bu film beni.
Komedi filmi diye açtık ağzımı burnumu kırıp geri yolladı.
Filmi 2 defa izledim. İlk izleyişimle ikinci izleyişimin arasında Ata Demirer'in film hakkında katıldığı birkaç söyleşisini falan da izledim ve gerçekten çok beğendiğim ve uzun zamandır bu kadar özenli bir iş izlemediğimi düşündüğüm için gelip entry yazmak istedim.
Bir kere film görünenden ve başlarda vaadettiğinden çok daha fazlasını veriyor. Bu gerçekten çok güzel bir şey. Günümüzde artık yerli yabancı çoğu film seyircisine büyük büyük vaatler verip sonunda bu vaatlerin altında kalarak insanda hep bir rahatsızlık hissi uyandırıyor.
Çağın getirdiklerinden midir bana mı öyle denk geliyor bilmiyorum ama artık çoğu film, çapına bakmadan size çok büyük bir anlatı sunacağını iddia edip edip sizi yarı yolda bırakıyor. Oysa bu film her şeyden önce haddini bilip(bu had meselesine sonra yine döneceğiz) izleyicisine altından kalkamayacağı vaatlerde bulunmuyor çok daha küçük bir anlatı sunacağını söylüyor ama tam da bu mütevazılık sebebiyle cidden çok etkileyici süper bir anlatı "kendiliğinden" oluşuyor.
Ne demek istiyorum biraz açayım. (
spoiler içerir)
Ata Demirer'in belki de en çok gönlünü verdiği, samimiyetinin zirveye çıktığı, gerçek ve içten bir şeyler anlattığı belki de ilk ve tek film bu olabilir. Şimdiye kadar anlattığı hikayelerin hemen hepsi Ata Demirer'in sonradan sahip olduğu, sonradan gözlemlediği ya da belki de pek içselleştiremediği hikayeler içeriyordu. İşte Ege sahilleri, Trakya bölgesi, Almancı tipler vs. vs.
Ama bu film Ata Demirer'in çocukluğunda geçirdiği bölgeden çıkmış bir film. Yani aslında sanatçının köklerine taa ilk anılarına kadar geri döndüğü bir hafıza sarayının ürünü. Filmin sıcaklığı, gerçekliği, sadeliği ve zorlama olmaması bence buradan geliyor. Üzerine 40 yıllık birikimini koyarak bize bir şeyler anlatsa da sanatçı hatırladığı en eski yere, köklerine ait bir hikayeyi çıkarmış.
Kendisini birçok konuda ispatlamış birçok sanatçıda vardır bu olay. Ben şaşırmadım hatta geç de bulmadım. Söyleşilerinde falan bahsetmiş. Hep bir bursa hikayesi anlatmak istiyordum yıllardır ama bir türlü kısmet olmadı falan diyor. Bence kısmet olmamak değil de daha çok bir "
opus magnum" ortaya çıkarmak için en çok heveslendiği anlatının yeterince demlenmesini beklemiş. Bence çok da iyi yapmış.
Ben filmi açtığımda yine böyle
eyvah eyvah tarzı eğlenceli sıradan bir komedimsi bir film izleyeceğimi düşünmüştüm. Zaten ilk 30dakikası da full bu şekilde ilerliyor. Klasik benim pek izlemeyi tercih etmediğim Ata Demirer filmlerinden biriymiş gibi devam ediyor.
Ta ki Ata Demirer'in Pelikan'a bakarak şarkı yazmaya başladığı sahneye kadar filmin niteliğini anlayamıyorum.
Cengiz, hayvanat bahçesindeki Pelikan'a bakarak bu hayvanda kendimi görüyorum deyip birden dile gelip şarkı söylemeye başlıyor. Sözler şöyle:
---
spoiler ---
Çırpınıp dursan da kurtulamazsın
Ağzını açsan da konuşamazsın
Gülerler haline
Yazık ederler
Düşünce sararır tüm güzel renkler
Ah, unutmak istiyor belki mazi
Unutmak istiyor özgür günleri
---
spoiler ---
Biraz seyircinin gözüne sokuyor gibi olsa da rahatsız edici değil ama o pelikan sahnesinden sonra hasssiktir film anolojiler üzerine kuruluymuş diye heyecanlandım hemen. Zaten ikinci izleyişte bunlar daha bir keyif veriyor açıkçası.
Pelikan'la kurulan anolojiden sonra filmin ilk yarım saatindeki bülbülün olayı faln anlam kazanıyor, "bülbül ötümlü kanarya"nın Cengiz'e sürekli eşlik etmesi, Cengiz'in iyi bir ses sanatçısı olmasına rağmen aslında "Taklitçi" olması, 40'ını devirmiş kel bir adam olmasına rağmen kendini o şekilde kabul edemeyip sürekli perukla gezmesi falan bende anlam buluyor.
heee... diyorum hemen.
Sonra işte Arzuyla yakınlşmaya başlıyorlar. Kız yer yer buna kur yapıyor, adamı kendine aşık ediyor falan. Ben şahsen orada da ters köşe oluyorum. Eninde sonuda yine de 120 kiloluk, 40 yaşında kel olan esas oğlanın esas kızı kapacağını sanıyorum. Çünkü hala klişe bir komedi filmi izlediğimi sanıyorum.
Halbuki hayatın gerçekleri öyle değil. Beraber albüm çıkarıp İstanbul'a gittiklerinde doğal olarak kızı assolist yapıyorlar, kız bunu kazanabilmek için kendisine aşık yapımcıyla evleniyor, grup dağılıyor ve Cengiz yine bir şekilde o hapsedildiği mahallesine geri dönüyor.
Film bir fantezi olmaktan çıkıyor ve hayatın doğal akışına geri dönüyor.
Filmde ben pek bir komedi unsuru göremiyorum. Bu film uzun süredir izlediğim en dramatik film. Üzerinde düşündükçe ağırlığını bende daha çok hissettiren bir film oldu.
Filmin daha açılış sahnesinde köpek Cengiz'in peruğunu falan kapıp kaçıyor. Komedi anlayışı böyle olan bir filmi mi izlicem ben amk faln demiştim başta hatta.
Ama sonra komedi unsurları da biraz güzelleşiyor.
Ata Demirer içinde bulunduğumuz sosyopolitik ortamdan hepimiz gibi çok ama çok sıkılmış ve çocukluğunun geçtiği günleri çok özlüyor. Bu filmde bunu çok görüyoruz. Ayrıca yer yer yeşilçam filmlerinin sıcaklığına da çok öykündüğünü hissediyorsunuz.
Cengiz'in kardeşiyle sevgilisini balıkçı kayığında tüm aile basıyorlar mesela.
Heh dedim drama kopacak galiba burada dedim. Balıkçı o durumda "Allah'ın emriyle kızınızı istiyorum" diyor. Sonra Cengiz patlatıyor cevabı :"ulan nesini istiycen almışsın zaten kızı"
Sahne orda bitiyor tüm aile uzun uzun gülüyorlar. Bu sahneyi artık böyle yazmıyorlar ya. Aklıma direk Şener Şen'in Vecihi karakterini canlandırdığı Gülen Gözler filmi geldi. O sahne hatta direkt o filme bir selam sahnesiydi sanırım.
Batıda "amerikan rüyası" dedikleri şeyin türkiye'deki karşılığı da o yıllarda varoşlardan çıkıp albüm çıkarmak gibi bir şey. Film bu rüya konseptini işliyor aslında.
Başlarda problem çıksa da Cengiz bir rüyanın içine dalıyor. Güzeller güzeli bir kızla beraber şöhretin basamaklarını çıkmaya hazırlanan bir hikayeyi izliyoruz.
İşte bu hipnotik evreden uyanılan an da Arzu evlenme teklifi aldığında Cengiz'in tek başına uzun uzun alkış yaparak kilitlenmesi sahnesi. Müthiş sahne bence. Hipnozdan da alkış sesiyle uyandırılır insanlar. Belki de cidden hikayede de hipnozdan uyanışı temsil etsin diye koymuştur o sahneyi bilmiyorum.
Arzu evlenme teklifine şak diye "evet" deyince tıpkı pelikan sahnesinde olduğu gibi ikinci uyanışımı yaşadım. Cengiz gibi ben de şok olmuştum. Aaaa bu film başka bir şey anlatıyor cidden hissi oluşuyor.
"Cengiz'in kuşu ötmüyor" diye espri dönüp durdu filmin başında. Ulan ne bayağı espri demiştim. Sırf bu şaka için konulduğunu sandığımdan böyle düşünüyordum. Ama öyle değil işte. Filmin başında bir türlü ötmeyen bülbül filmin sonunda ötüyor.
Tam da cengiz rüyadan uyanıp mahallesine geri döndüğünde ötüyor. Hatta balıkçı diyor ki "ulan şu kuş en başta ötse tüm bunlar hiç yaşanmayacaktı."
Ama o zaman Cengiz de kendisini bulamayacaktı. Bülbül ondan ötüyor. Filmin konusu hakkında doğru kelimeyi ikinci izleyişimin sonunda buldum:
Bu film bir "had bilme" konulu bir film.
Tüm bu yaşananlardan sonra Cengiz mahallesine geri dönüyor, peruğunu çıkartıyor, müziği bırakıyor, kısa kollu gömlek giyip, sıradan bir vatandaş olarak hayatına devam ediyor.
Esas kızı kapamayacağını, taklitçi olduğunu, albüm yapamayacağını, şöhret olamayacağını ve yanlış kişiye aşık olduğunu kabul ediyor.
Asırlardır her devirde kimsenin sikinde olmayan mahalle aralarında binlerce kez yaşanan trajediyi tekrar izliyoruz.
Bir hayalperestin yenilgisinin filmi çok nahif ele alınmış.
Ben bu nahiflikte ciğerimi bıraktım filme.
Filmin sonunda Arzu ile Cengiz'in rakı masasında son bir konuşması var. Arzu özür falan diliyor Cengiz'den.
Cengiz tüm bu olanları ve filmin özetini tek bir cümle ile yapıyor. Bu entry'i o replikle kapatmak istiyorum:
"Arzu'cum özür dileme, ben özür dilerim. Olmazdı biliyorum ama bir çizgi var, onu aşmamak lazımdı ben onu aştım."